Ekim 11, 2011

neden yazıyorum ... / niobe

Çoğu kez düşünmüşümdür bunu ... Neden yazıyorum ?

Yazmanın vazgeçilmezliği ile ilgili okuduğum cümleler, bir tutku oluşuna dem vuran anlatımlar, " kendim için yazıyorum" daha da sebebim yok şeklindeki açıklamalar hep kuru kalırdı ağzımda. Yetersiz, tatsız ya da bana yetmeyen ... " Yazmazsam çıldıracaktım " diyor Sait Faik, ama sen neden ?
Resim yap, git saçını boya, yeni bir sevgili edin, hat sanatını öğren, yelkenli kursuna yazıl, ne bileyim yardım kuruluşlarında filan çalış .... ama yazma !



Ben yazının bu işe gerçekten emek vermiş, bilgi sahibi ehil insanların elinden çıkması gerektiğine inananlardandım. Hatta ve hatta amatörce şiir yazanlardan, şiir yazma çalışması içinde olanlardan da pek haz etmezdim doğrusu. Öyle ya, ne emekliyorsun ki koşanların yanında, okuyucu kısmında kalıver ki senin için en doğrusu bu ... Ama gelin görün ki yıllarca eleştirdiğim hatta kendim gibilerde küçük gördüğüm bu eylemi, bir gün elime aldığım bir kalemle farkında olmadan ben gerçekleştirmiştim. Hatta bu küstahlığımı yalnızca şiirle de bırakmamıştım, bunun yanında iki tane çocuk masalı, öyküler, hatta günlük yazılarda yazmıştım. Hala da yazıyorum. Ama düne kadar her yazışımda beni rahatsız eden, suçluluk duymama sebep olan duygumdan kurtulamıyordum bir türlü. Belki de bilinç altımda profesyonel birinin bana yazma ! demesini bekliyordum kurtulmak için. " Hayır, yazabilirsin ama öyle evde kendi kendine takıl " ya da acı gerçeği dolandırmadan söyle " Boşuna çaba sarfediyorsunuz, dil dünyanız çorak, hayal gücünüz yetersiz, kurgularınız zayıf .Unutun gitsin "



Ama kimse size böyle bir şey söylemiyor. İyiyseniz iyi olduğunuz söyleniyor sadece, beğeniliyorsunuz, beğeni alıyorsunuz. Fakat o zaman da " Nelerde iyiyim, kime göre ? " sorusu kafanıza takılıyor. Velhasıl hiç bitmiyor sorularınız. Sordukça, lime lime ettikçe kendinizi hep daha iyi arayışınız sürüyor. Amatör ruhun vermiş olduğu güzellik de burada sanırım, tamamlanmadığınızı düşünmek üretiminizi iyileştiriyor. Ne zaman oldu tamam derseniz o an eksilmeniz başlıyor sanki. Tıpkı aşk gibi.

Hoş düşünüyorum da birinin bana çıkıp " Olmuyor, yazma " dediği anda bırakacak mıydım ? Tabi ki " Hayır " bırakmayacaktım. Yazmanın kronik bir zehirlemesi var insanı, böyle yavaş yavaş sinsice. Beyninizin içinde kelimelerle yaşıyorsunuz hep yazılmaya dair. Gece yatarken, sabah uyandığınızda, insanlarla konuşurken, seyahat ederken yani hayat akarken yanınızdan yavaşça siz kelimelere bedel bırakıyorsunuz ruhunuzun bir kısmını  ...
Mimari bir sohbet yapılırken mesela, mimarlıkla ilgili bir terim sizin kafanıza çakılıp kalabiliyor.Diğerleri geçip gidiyor siz asılı kalıyorsunuz orada.
 " Allahım ne güzel bir sözcük bu ! mutluluk mutluluk " diye ...

Neresi güzel ?  Alt tarafı adam evlerin çıkmalarından bahsetmiş. Herkes için sıradan olan neden sana tepelerden inmiş nur hissi veriyor.Normal insanlar gibi dinlesene sohbeti . Tam şizofrence bir durum.Yazanlarla yaşamak da oldukça zor, yarısı seninle yarısı hayal dünyasında olan bir kişiyi kim ister ? Bu geçecektir eminim, yani sanıyorum ( bizzat ben kendim olarak  ... sanıyorum atlatacağım bu durumu bir gün :)


Neyse bu günlerde fantastik kitaplar okuma isteğim vardı. J.R.Tolkein'in Yüzüklerin Efendisi " Yüzük Kardeşliği" ile başlamak istedim.


Üç yüzük göğün altında yaşayan Elf Krallarına
Yedisi taştan saraylarında Cüce Hükümdarlara
Dokuz yüzük ölümlü insanlara, ölecekler ne yazık !
Bir yüzük gölgeler içindeki Mordor Diyarında
kara tahtında oturan Karanlıklar Efendisine ...

Muhteşem bir başlangıç yapıp beni büyüleyen kitapta, Deniz Erksan'ın 1991 yılında " Çevrilmiş bir yapıta önsöz " yazısına rastladım. Neye niyet neye kısmet durumunda ben uzun zamandır sorduğum sorunun cevabını buldum. Hiçbir bir iddası bulunmayan masalların, fantastik öykülerin, mitolojiye mistisizme öykünen şiirlerin günlerce başında oturduğum bir dolu ıvır zıvırın neden yazdığımı ...

Önsözde şöyle anlatır Erksan  ;

Hayranlarına " bu öykü gerçek olmalıydı " dedirten Profesör Tolkein, çocuk kitabı Hobbit'le kendi yarattığı dillerin gerisine kurduğu mitoloji arasında bir köprü oluşturan ve yazımı tam onyedi yıl süren bu kitap ilk yayımlandığı 1954 yılından 1968 yılına kadar yalnızca İngilterede 38 kere basılmıştır. Amerikada 60'lı yılların öğrenci  hareketleri çerçevesinde güçlü bir yankı yaratıp " Frado yaşıyor, Cumhurbaşkanımız Gandalf " gibi rozetler görülmüştür. Bu kadar yoğun bir ilgi karşısında edebi çevreler de tepkisiz kalmamış, fantezi teriminin yerleşmediği o ilk yıllarda ancak " mitolojik" diye tanımlanabilen Yüzüklerin Efendisi, eleştirmenleri Tolkein hayranları ve Tolkein düşmanları diye ikiye bölmüş ve bu kamplaşma sayısız makale ve kitaba konu olmuştur.

Akademik tartışmalar öyle bir düzeye varmıştır ki bir yandan Tolkein severler Yüzüklerin Efendisini muhteşem bir edebi eser olduğunu söyleyip, Jung'un teorilerinden destek alan psikolojik çözümlemeler yapıp, derin alegorik anlamlar çıkarmışlardır. Oysa Tolkein çok açık bir dille Yüzüklerin Efendisinde alegori olmadığını " Varlığını sezecek kadar yaşlanıp bezdiğimden bu yana, alegorinin her türlü tezahüründen nefret ederim" diyerek  açıklamış, alegorinin yazarı da okuyucuyu da küçük düşüren bir üslup olduğunu, Yüzüklerin Efendisinin ise bir tarih öyküsü olduğunu söylemiştir.Tolkein'in bu tavrına karşı kamptaki eleştirmenler iyice öfkelenmiş, Yüzüklerin Efendisinde bir alegori olsa, mesela ikinci dünya savaşını sembolize etse, tuhaf tuhaf yaratıkların olmayacak maceralara girip çıkmasını anlayışla karşılayabileceklerini söylemişlerdir.
Gelgelelim içinde yaşadığımız dünyayla doğrudan bir paralellik kurmaya yanaşmayan bu hikaye, dış dünya için bir anlam taşımayarak günahların en büyüğünü işlemiş, yani koskoca Profesör Tolkein bin küsur sayfa boyunca resmen " Kaçış Edebiyatı " yapmakla suçlanmıştır.

Kaçış Edebiyatı suçlaması ise yazarın umurunda bile olmamış ve " kaçış " sözcüğüne haksız yere olumsuz anlam yüklendiğini görüşüyle şunları söylemiştir ;

" Kendini hapiste bulan bir insan kalkıp evine gitmek istedi diye onu nasıl küçümseyebiliriz ? Ya da, kaçamıyor diye duvarlar ve gardiyanlar dışında bir şeylerden söz etmesi suç mu ? Mahkum onu görmese de, dışarıdaki dünya hala gerçektir. " Bir başka deyişle, hapisten kaçmakla kavgadan kaçmayı birbirine karıştırmamak gerek. Çünkü tıpkı Thoreau'nun inzivaya çekilmesi gibi " gerçek kaçış çoğu zaman İğrenme, Öfke, İtham ve İsyan'la el ele gider. "
Her fantazi ( fantastik) severin içten içe hissettiği gerçeği en iyi yine Tolkein özetliyor ;

" Kaçış ihtimali en çok kimi telaşlandırır ? Kimi olacak, gardiyanları !"


..............................................................................................................

Bu satırları okuduğum o gece beni yerimden zıplatmıştı Tolkein, işte bu diyerek ...

Bazen sebepsiz yere bir yere gitmek istersiniz. Sebepsiz bir kitaba uzanır eliniz. Girmemeniz gereken bir kapıdan girersiniz. Tövbeleri bozarsınız. Duvara toslarsınız bazen. Ama hiç olmamasını dilediğiniz anlarınız, zaman kaybı olarak değerlendirdiğiniz zamanlarınız,  yapmasaydım dediğiniz her olayın bir anlamı vardır muhakkak. Sonucu istediğiniz gibi olmasa bile ... Yüzlerce sayfayı bazen bir cümle için okursunuz. " Tek bir cümle ".Kitabın sizinle işi belki sadece o altın cümledir.. O kapıdan geçmek zorundasınızdır belki görebilmek için arkadaki kurulu bahçeyi. Çamurdan kalıplar yapmayı bırakın. Kalıplar yapmayı bırakın. Bakış açınızı değiştirin ve mutlaka nedeninizi bulun. Nedeniniz sizi çıkış kapısına götürecektir elbette ...

" Follow the white rabbit "



Sevgiyle Niobe

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder