Kasım 30, 2012

Chris Eckman and Anita Lipnicka




Who Will Light Your Path? by Chris Eckman on Grooveshark



sonsuzluk ve bir gün ...



Theo Angelopoulos / Eternity and a day

pencere önleri





Hep kısa değildi pencere eşiklerimiz. Bizim de bir zamanlar vardı büyük cam önlerimiz, geniş pencerelerimiz ...




Akıp giden sokağı ve caddeyi ...



diğer evlerin çatılarını ...



değişen mevsimleri ; yağmuru ve karı izlediğimiz,



başkalarının yaşamlarını merak ettiğimiz 



kimi zaman karşı pencerelerden aşık olmuşluğumuz vardı. 



Aydınlık, insan için mutluluk aynı zamanda hafiflik demekti 


Kasım 28, 2012

Gregorian ft Antarctica


albino


keşif en vahşi yeridir kalabalıkların. Keşif geri dönülmez bir işgalin masum yüzlü
ulağıdır.


Ece Temelkuran


üçüncü düğüm




kafamın içinde bir ışık var. Yeterince yalnız kalırsam eğer, çıkacak ortaya ve kör edecek beni. Kulaklarım sağır olacak. Duymayacağım, hiçbir insan sesini ; karşılığında " bütün müzik " benim olacak . Oysa hazır değilim, bildiğim için dokunmuyorum ışığa. Ortaya çıkmak üzere olduğu her an, bayağılaştıran, " normalleştiren " kalabalıkların içinde alıyorum soluğu. Benim de bir annem var nihayetinde; sustuğumda ağlayacak olan.

Bu yüzden şimdilik teslim oluyorum basit gerçekliğe.
Ama biliyorum :
Kalp varsa sökülemez.
Sanıyorum.


İç Kitabı / Ece Temelkuran

ikinci düğüm

sen başka türlüsün

Sen, başka türlüsün. Her zaman daha soğuk olacak hava. Sen küçükken deniz kıyısında iki taş görmüştün. Birbirlerinden biraz önce ayrılmış gibiydiler. Etin taşın acısını algıladı. Ağlamaklı olmuştun. Bu ağlamaklı oluşunun, zaman boyunca, yüz binlerce görüntüde yüz binlerce kat daha büyüyeceğini  bilseydin, devam eder miydin ? Oysa şimdi sen, şimdilik sürmektesin.

 İç Kitabı / Ece Temelkuran


iç kitabı





Kutsal kitaplar bile söz etmemişse bizden, mutlaka bir bildiği vardır göklerin. Her bir şeyin varlığını tarif eden kutsal kitaplar bile bize dair bir cümle sarf etmekten kaçınmışsa, demek ki yerimiz yok yeryüzünde. Çünkü tanrı bile biliyor işte, ruhumuzun ayazıyla dondurup buza çevirebileceğimizi bütün masalları. Sonra bu buzdan masal kulesine bir tekme atıp yerle bir edebileceğimizi bütün inanılacak hayalleri, üstelik en kalpten üzülecek biz olsak bile, yeryüzünde tutunacak hiç bir masalın kalmayışına.

Oysa biz de istemez miydik ...


düğüm


birinci düğüm

ağla, o hiç olmayacak kitap için ... / İç Kitabı





takvim



 


kahvenin kurtaramadığı günler vardır 



Kasım 26, 2012

gün biterken ... la maree haute









şehrin aynaları






ve birgün kitaplarından başını kaldırdığında, kendisiyle birlikte bütün dünyanın yaşlandığını farketmişti...


Elif Şafak / Şehrin Aynaları

orhan pamuk




“sessizlerin, anlatmayı bilmeyenlerin, kendini dinletemeyenlerin, önemli gözükmeyenlerin, dilsizlerin, o iyi cevabı hep olaydan sonra evde düşünenlerin, insanların hikayelerini merak etmediği o kişilerin yüzleri diğerlerinden daha anlamlı, daha dolu değil mi? ”


Orhan Pamuk / Kara Kitap



kara kitap






“Hep birlikte inanacakları bir hikâye kalmayınca, hepsi tek tek kendi hikâyesine inanmaya başlayacak, herkesin kendi hikâyesi olacak, herkes kendi hikâyesini anlatmak isteyecek. Kalabalık şehirlerin kirli sokaklarında, bir türlü çekidüzen verilemeyen çamurlu meydanlarında, milyonlarca sefil, başlarının çevresinde bir mutsuzluk halesi taşır gibi taşıdıkları kendi hikâyeleriyle uykuda gezerler gibi hüzünle gezinecekler.”


Orhan Pamuk / Kara Kitap


çalışma odam


" Çalışma Odam " Ntvmsnbc'nin hazırladığı bir program. Ayda bir, bir sanatçının veya ünlünün çalışma odasının anlatıldığı projeye şimdiye kadar Pınar Kür, Bülent Ortaçgil, Yekta Kopan, Mehmet Güleryüz, Nevzat Aydın, Fazıl Say, Mirgün Cabas, Kerem Görsev ve Mehmet Gürs konuk olmuş. Ana görsel üzerinde ayrıntılara tıkladığınızda sanatçıya ait notlara ve videolara ulaşıyorsunuz. Ben henüz üç sanatçının çalışma odasını inceleme fırsatı buldum. Bülent Ortaçgilin sadeliğini ve Mehmet Gürs'ün tabakların, kitapların ve baharatların bir arada olduğu çalışma ortamını sevdim. İncelemek isterseniz adres :   http://calismaodam.ntvmsnbc.com







yazar odaları




Seyis için ahır, aşçı için mutfak, fahişe için yatak neyse, yazar için çalışma odası odur.
O oda onun hem atölyesi hem hücresi, gönüllü tutsaklığının kalesidir.
Ne zaman bir yazarın evine gitsem çalıştığı mekanı gözlerim dikkatlice...
“Bir yazar, nerede yazar” sorusu merakımı kamçılar.
Nasıl bir odada yazıyor?
Güneşle yıkanan bir salonun ferahlığında mı, içeri sadece düşlerin sızabildiği bir sığınağın loşluğunda mı?
Disiplinli bir öğrencininki gibi derli toplu mu odası; bir bekar odası kadar dağınık mı?
Gün boyu kuyu kazdığı iğneleri, yani kalemleri nasıl? Tükenir cinsten mi, tükenmez mi? Yoksa o da kalemini çoktan müzeye kaldırıp gözünü bilgisayar ekranına dikenlerden mi?
Başköşesinde televizyon, kanapesinin üstünde gazeteler, masasında telefon var mı? Dünyadan kopuk mu, gündeme bağlı mı?
Rahat bir koltuğa gömülüp mü yazıyor; yoksa konfordan kaçıyor mu?
Sessizlik mi arıyor, müzik dinliyor mu?
Gündüz mü yazıyor, yoksa ortalıktan el ayağın çekilmesini mi bekliyor yazmak için?
Yazdığı ortamın düzeni ya da karmaşası, loşluğu ya da aydınlığı, tenhalığı ya da kalabalığı eserine yansıyor mu?

Seyyar genç yazarlar

Geçenlerde “Yazar odaları” diye
bir fotoğraf albümü düştü internete...
51 yazarın çalışma odalarından
birer fotoğraf konmuş.
Dikkatle inceledim hepsini...
Lüks değil, sıcak mekanlar...
Çoğu kaçınmış konfordan, belli... Özellikle gençler, her an lap toplarını kapıp bambaşka bir mekanda yazmaya devam edebilirmiş gibi... “Mekan önemli değil, bizim orada yazmamız, mekanı anlamlı kılan” diyorlar sanki...

Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini”nin yazarı Louis de Bernieres geniş, yemyeşil bir bahçeye açılan camlı ahşap kapının hemen girişine kurmuş masasını... Tıkandığı anda çıkıp ormana karışıverecekmiş gibi...



Kayıp Zamanlar”, “Satranç Şampiyonu” gibi kitaplarıyla tanıdığımız Michael Morpurgo ise çalışma masası diye karyolasının fotoğrafını çektirmiş; battaniyesinin üzerinde kalemler, kağıtlar, defterler...



İrlandalı Anne Enright da kapı arkasında küçük bir masada yazıyor. Gösterişsiz bir sandalye... alelade...
Hele Charlotte Mendelson’unki! Çalışma odası değil, çıfıt çarşısı...



Genç kuşağın “kaplumbağa yazarları”nın karşısında eskilerin yerleşik tarzı var. Sanki yazdığı odada büyümüş, zamanla o odanın bir eşyasına dönüşmüş ve orada can verecekmiş gibi görünen yazarlar bunlar...

Eskilerin “yazıhaneleri”

Charles Darwin’in odası bunlardan biri... Şömine önünde, çift yönlü kullanılabilen, geniş, klasik bir masa, rahat bir köşe koltuğu, kırmızı perdeler...



1990’da ölen Galli romancı Roald Dahl bir berjer koltuğun iki kolu üzerine yerleştirmiş “portatif masa”sını; üzerine yeşil çuhadan bir örtü sermiş.



Harold Pinter’ın düzenli ahşap kütüphanesinin önündeki tertipli masası, üzerine özenle dizdiği tükenmez ve dolma kalemleri ile Orhan Pamuk’un “yazıhane”sini andırıyor.

Buna karşın Craig Raine’nin odası, Doğan Hızlan’ınki gibi; kitaplardan görünmez, içinde yürünmez halde...

Işığa yüzünü ve sırtını dönen yazarlar da var

Çoğu yazar pencere önüne kurmuş masasını...

Ama Deborah Moggach gibi ışığı arkasına alıp dış dünyaya sırtını
dönenler de var.

Türkçede psikanalitik denemeleriyle tanıdığımız Adam Phillips’in çalışma masası, bana Bertolt Brecht’in Doğu Berlin’deki evini hatırlatıyor. Onun masası da koruluğa bakan dar bir pencerenin önündeydi ve üzerinde q klavye bir Olivetti duruyordu.


Kasım 23, 2012

Minor Empire




soğuk damga






şimdi ben ne söylesem
adım hep katil, parmaklarımda atların kan izi ...

soğuk damga




özdemir asaf



“ Senden yana olanın da, sana karşı olanın da hiçbir anlamı yoktur; seni anlamadıktan sonra…”

Özdemir Asaf

umay umay





‘İnsan bir pinpon topuna, bir parça jelatine, taş zemini örten kilime, vaatlere, yalanlara, iç çekişlerine inanabilir. Ve bir insan bunlar için, belki sadece biri için ölebilir…’


Bütün Güzel Çocuklar Şüpheli / Umay Umay

ferit edgü



Ferit Edgü'nün Çığlık kitabından Üç Düş/üş isimli öyküsü. Gördüğü düşten yola çıkarak önce bir kuş, sonra onu avlamaya çalışan avcı ve sonra da avcı köpeği olarak sürüyor hikaye ... Önce avken sonra avcı oluşu, yer değiştirmelerdeki görsel sunum ve duygu aktarımı çok güzel. Kitap elimde olsaydı tamamını yazmak isterdim. Alıntılar :ayseninkitapkulubu.blogspot.com'dan 


Bir kuşum uçuyorum... Boşlukta süzülmekten duyduğum mutluluktan soluğum tıkanacak gibi.
Uyku ile uyanıklık arasındaki anda ( o ara-bölgede ) kuş değilim. Kuş olmadığımın bilincindeyim. Bir başka deyişle kuş olmadığını bilen, ama bir kuş olan, bir kuş gibi uçabilen, boşlukta süzülen bir yaratığım. ( İnsan ? )

Kuş olmadığını biliyorsun, diyorum kendi kendime. Uçtuğuna aldanma, bir insansın. Gördüğün bir düş. Düşte insan da uçabilir. Ama bir kuş olarak değil, diye yanıtlıyorum kendi kendimi...
Yalnızım yatağımda. Tartışma biter bitmez yeniden uykuya dalıyorum.Yeniden bir boşlukta süzülen bir kuşum. Bir pike yapıyorum. Kanatlarım suya değdi - değecek ( altımda bir göl var ). Bir kanat çırpışıyla yükseliyorum. Soluğum tıkanana değin yükseliyorum. Sonra yeniden bir pike. Pike.... kendini bırakmak demek.

Kanat çırpmadan. Havadan ağır olan bedenin, yer yüzüne doğru süzülüşü. Bu süzülüşte, göl kıyısındaki kamışların arasında bir avcı görüyorum. İki kanat çırpışı... Yeniden havalanıyorum... Ama o ne ?, bir patlama ve göğsümdeki bir acı......

Kasım 22, 2012

lila downs / frida kahlo





Tierra De Luz (featuring Merce by Lila Downs on Grooveshark

edip cansever




Sanki hiçbir şey uyaramaz
İçimizdeki sessizliği
Ne söz, ne kelime, ne hiçbir şey
Gözleri getirin gözleri.


Edip Cansever - Yerçekimli Karanfil


milan kundera





“Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Gözümüzün önüne en sıradan bir durum getirelim. Bir adam sokakta yürüyor. Birden bir şey anımsamak istiyor, ama anı uzaklaşıyor. O anda, kendiliğinden yürüyüşünü yavaşlatıyor. Buna karşılık, az önce kötü bir olayı unutmaya çalışan insan, hala çok yakınında olan zamanda, sanki bulunduğu yerden hemen uzaklaşmak istiyormuş gibi elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır.


Varoluşun matematiğinde bu deneyim iki temel denklem biçimine girer: Yavaşlığın derecesi anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır.”

Milan Kundera


uyum




genel tarafından idealize edilen, yüceltilen şeyler antipatik oluyor . birbirine yakışan güzel kadınlar ve adamlar her yerde boy gösterirken hayran bakan gözlerle takdir görürler. jilet gibi ütülü gömleklerle abartılı maskülen tavırlı adamlar, beyaz dişlerle bol kırmızı rujlu seksi kadınlar ... fazla güzeldirler, fazla hoşturlar, fazla mutludurlar ve nerede fazlalık varsa orada sorun ararım  ... göze sokulmaya çalışılan her şeyde kamufle edilmeye çalışılan eğrilikler vardır. ki yaratılmaya çalışılan anormaldir çünkü her insan ve doğal olarak ilişki bir yanıyla eksiktir, bir yanıyla arızalıdır. siz, daha nasılsınız sorusunu tamamlamadan " çok mutluyuz, çok aşığız, öyle böyle değil " ... garipserim.

Ünlü yönetmen Tim Burton ve oyuncu Helena Bonham Carter 2001 yılndan beri birlikte yaşayan iki çocuklu kendilerine has gerçek bir çift. Tim Burton horladığı ve aynı zamanda ilişkilerinin sağlamlığı için yan yana ama ayrı evlerde yaşayan, birbirlerine " “Sabırsız Büyük Şef” (Burton’ın lakabı) “Ağzı Durmayan Küçük Kızılderili Kadın” diyen, Carter'ın dağınık saçları üzerine gelen soruya " biz evinde tarak olmayan bir çiftiz " diyebilecek kadar da doğaldırlar.

Boşuna değildir Tim Burton ve Marla Singer sevimiz ...








minionslar





hayat da böyledir. herkesin kendince söylediği melodilerle  ve bunların bir araya gelmesiyle oluşan ahenkle ilerler. bireyler arasındaki uyum ne kadar iyi olursa toplumsal ahenk o oranda güzel olur, sonunda mutlu mutlu yaşanır değil mi ?

hani mutluluk da ilk önce birey de başlar ya ... bu da kendinle barışık olma, kendini sevme, bireysel çabayla filan sağlanır ... işte siz kendinizle ne kadar barışık olsanız da hayatı sevip kendinize ne kadar inansanız da birileri ya da bir şeyler çıkar sizin eteğinizden çeker, oranızdan buranızdan dürter, duvar olur, gölge eder, inancınızı yıkar  ... velhasıl ritminizi bozar.

iş yerinizde, özel hayatınızda, sosyal çevrenizde sizin içsel melodinizi bozan, şarkınızı  söylemenize engel olan olaylara ve kişilere tıpkı şu sarı tipoto'nun yaptığını yapın. hatta bu kendi  olumsuz ve ciddi diğer yanınız bile olsa ... yapın rahatlayacaksınız.


kocaman kocaman mutlu gözlerle bakan tipe ne diyoruz  .... " canımsın, eline sağlık "




Fikret Kızılok & Sonay Tanrısever




barış bıçakçı





“Yaşadığım her şeyi bir karınca gibi yuvarlaya yuvarlaya ona taşımayı düşünüyordum hala, kış için, o bitmek bilmez kış için ve önümüzdeki kışlar için, turşu kurmadan, reçel yapmadan, masal anlatmadan çıkaramayacağımız kışlar için.”


Barış Bıçakçı /  Bizim Büyük Çaresizliğimiz



oğuz atay




“Eller boşta kalıyor, tutunamıyorlar toprağa
Anlatamıyorlar anlatılamayanı.
Anlatmak gerek: Düşman sarmış her yanı
Oysa, mesela Selim Işık
Anlatmadan anlaşılmaya âşık.”

Oğuz Atay / Tutunamayanlar


gündüz vassaf




“Gün boyunca hayatta kalmaya, geceleri ise yaşamaya çalışırız ”

Gündüz Vassaf


Kasım 19, 2012

Cem Adrian - Her Aşkın Bir Şarkısı Var

Leonid Tishkov / ay'ı yere düşüren adam




Yalnız bir adam vardı. Bir evin çatı katında oturan şapkalı ve yalnız bir adam. Her gece izlediği parlak ayı bir gün gökyüzünden yere düşürüp yalnız hayatını aydınlatmak istedi. Öyle ya ; ay da gökyüzünde yalnızdı. Bir eve bir yalnızlık sığıyorsa elbet iki yalnızlık da sığardı.



Sokağa çıktı. Yürüdü. Ay da gökyüzünde onunla yürüdü. İnsanları, binaları, kentleri geçtikçe ay büyüyüp yeryüzüne daha da yaklaşıyordu. Denizin ve dağın birleştiği noktada adam elini göğe uzatıp ayı  yavaşça yere indirdi.



Ay öyle parlaktı ki denizcileri şaşırtmasın diye onu bir kayanın ardına sakladı. 



Kıyıdaki boş bir sandala bindirip karaya ulaşıncaya kadar kürek çekti.



Karaya vardıklarında bir iple onu sürükledi.


Yorulunca sırtında taşıdı.