Haziran 30, 2011

sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş yanılmış bir çocukluk olmasın

...Ve güz geldi Ömür hanım.


...Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını 
yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var 
göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İn-
cecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. 
Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir 
keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce 
bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı, 
yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir 
engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür 
hanım? 

Deja Vu / Niobe



Deja Vu ! Fransızca kökenli bir sözcük. Deja : daha önceden Voir : görmek demek. Yani yaşanılan bir olayı daha önceden yaşamışlık veya görülen bir yeri daha önceden görmüş olma duygusu, anı yaşamışlık hali. Son zamanlarda hissettiğim durum buna çok benziyor ancak bir farkla benimki duygu yada sanma hali değil basbayağı  rutine sarmak işi. Sadece ben değil siz de aynı döngü içindesiniz. İşe gidiyorsunuz, eve geliyorsunuz, Tv açıyorsunuz, gazete okuyorsunuz, sosyal paylaşım sitelerinde bulunuyorsunuz, sanal dünya harici gerçek dünyada eşinizle, dostunuzla, akrabanızla, sevgilinizle birliktesiniz. Hani " insan sosyal bir varlık  " ya, hani " kalabalıklar ve çokluklar içinde yapayalnızsınız ya " ... Yalan bu ! kocaman bir yalan. Yalnız filan değilsiniz, yalnız kalmanıza müsaade etmiyorlar çünkü. İçinizde büyük bir toplulukla yaşıyorsunuz.Üstelik sağır da oldunuz,  kendi iç sesinizi bile duyamıyorsunuz. Neden ?

Çünkü öyle bir enformasyon kirliliği var ki ne içsel sesiniz ne beyniniz bunları doğru düzgün algılayıp cevap veremiyor.

Kafka'dan, Bukowski'den, Dostoyevski 'den, aforizmalardan, şiirlerden, şarkılardan, kitap alıntılarından  nefret edeceğim aklıma gelmezdi hiç. İnanın kusma evresindeyim. Bu yazılanların söylenenlerin kaç tanesi akılda kalıyor ? Akılda kalmayacaksa niye paylaşılıyor.Ard arda bilgi yığını besleme yapmıyor insanı sağır ediyor sadece. Okudukça, dinledikçe, gördükçe üretim duygumun hadım olmaya başladığını hissediyorum. Yazamıyorum eskisi gibi. Henüz söylenmemiş bir sözün kalmamış olmasından korkuyorum. Endişe ediyorum kalemi kıpırdatırken.  Ya bunu daha önce başka bir yerden duyduysam, ya onun yazısına benzerse kelime seçkim. Hafızamı geri sardığımda daha az şiir okuduğum, daha az kitap okuduğum zamanlarda daha özgün daha korkusuz çalışıyordum ben. Sadeleşmeye çalışıyorum. Saklanmaya çalışıyorum. Gün ışığı görmemiş bir resif arıyorum beynimin içinde. Biliyorum ki gün ışığına çıkan her şey ölüyor, değerini yitiriyor bir şekilde.

Haziran 22, 2011

her kızın babasına .. / Niobe




Bana bir Masal Anlat Baba ....   Masallar okunarak büyüyen bir çocuk olmadım ben, bu yüzden sanırım hep masallara dokunmak istemem.Uçurtma da uçurmadım. O daha çok erkek oyuncağıydı hani daha bir özgür daha bir sınırsız. Kızların bebekleri olur, uçurtma tehlikelidir. Neme lazım ipini koparır uçar, kaçar uzaklara gider  ..

Ferzan Özpeteğin Mükemmel Bir Gün filminde şöyle bir replik vardı " Hayatta en az bir kez uçurtma uçurman gerekir. Yoksa büyüyemezsin ! " demişti kadın küçük çocuğa .. demek benim büyüyememe sebebim buydu.

İnsan neyi eksik yaşıyorsa hayatının kısımlarında, o eksiklik bir bumerang gibi dönüp buluyor kendini yaşı kaç olursa olsun. Babam bana hiç uçurtma uçurtmayı teklif etmemişti, ben de hiç sormamıştım ona. Babalar fazlaca meşguldür bilirsiniz. Geçim derdi, çok çalışma, korumaya çalıştığı güçlü mizaç ... İletişiminiz daha anneye yakın gibi olsa da her küçük kız çocuğu gibi ben de " babamın kızı " olmaya çalışmıştım. Müşfik sevecen, yeri gelir sert bazen uzak, bazen çok yakın ama hep varlığını hissettiren.

İlk sevgilindir baban, ilk kahramanın. Çocuk gözünde yıkılmayan, sarsılmayan güven kalesinin sahibidir. Hayranlıkla bakarsın ardından " evet o küçük dağları babam yaratmıştı " dersin gururla. Ve yıllar geçip aranızda ki makas kapanmaya bile başlasa , kaleler eskiyip yıpransa, fethedilecek sahalar gözünüzde küçülse bile o kaledeki kral eskiyip yaşlanmıyor nedense. Henüz altı yedi yaşlarındayken babam önde ben arkada merdivenden çıkma görüntümüz gelir çocukluk anılarımda. Onun bastığı yerlere basmaya çalışır, yürüyüşünü taklit ederdim ardından. Şimdilerde kocaman bir kadın olsam da yürüyüşüm bir kadına göre hala bozuktur benim. Sizinde vardır eminim babanızdan size geçen halleriniz.Huylardan bahsetmiyorum şekilsel tavırlar kastım. Bir duruşunuz, gülmeniz, bardağı tutuş şekliniz, konuşmalarda uzun es'ler vermeniz belki. Bunlar hep o küçüğün büyüğe olan hayranlığından sonra üzerinize giydiğiniz sonrasında siz olan hallerinizdir.


Haziran 15, 2011

sting

Sting





Lise ya da üniversite yıllarımda Sting'in yağmur ormanları için verdiği bir konseri sonrasında sunucu Sting için " Yağmur Ormanlarının Beyaz Atlı Prensi " demişti. O yaştaki bir kızın kulağına çalınan bu tını nasıl büyülü bir etki yaratmıştır hesap edin ki o gün bugündür ne zaman Sting denilse aklıma o ifade gelir. Şarkılarıyla, harika ses tonuyla özellikle de pek çoğumuzun eminim sevdiği " Leon " filminin müziği " shape of my heart " ile tartışmasız bu dünyada adını unutulmazların arasına aldırmıştır Sting. Sarışınları ve aristokrat İngilizleri  sevmememe rağmen Sting hayranlığımı ayrıcalıklı tutuyorum. İşte Sting hakkındaki bilgiler ;



  • Asıl adı  Gordon Matthew Thomas Sumner olan Sting 1951 yılında İngiltere'de sütçü bir baba ile kuaför bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Kuaförlüğünün yanısıra aldığı klasik piyano eğitimi ile Sting'in müzikkal kariyerinde önemli isimlerden biri olan annesi aynı zamanda onun ilk öğretmenidir.


  • Sting ismini  J. R. R. Tolkien'in ünlü üçlemesi Yüzüklerin Efendisi’nde Bilbo Baggins’in akrabası Frodo'ya hediye ettiği elf yapımı kılıcın adından esinlenerek aldığı söylense de aslı Phoenix Jazmenn grubunda çalarken giydiği sarı-siyah çizgili kostümü nedeniyle tromboncu arkadaşı Gordon Salomon'un kendisini arıya benzeterek  Stinger lakabını  takmasıdır. Stinger ( Arı İğnesi )  Ünlü şarkıcı daha sonra bu lakabı biraz daha kısaltarak yani Sting olarak kullanmaya başlar. 

  • Müziğe ilgisini farkeden annesinden aldığı klasik piyano eğitimi sayesinde kazandığı müzik bursuyla gitardan önce piyano eğitimi alır. 

Haziran 13, 2011

scent of a woman




" Ne kadar çok konuşuyorsunuz " dedi adam. " Ritmi duyamıyorum. "


 " Belki de istediğim bu " dedi kadın. " Tam olarak bu ... Çünkü ritmi duyarsanız, korkarım ki yıldızlardan hiçbir zaman yere inemeyeceksiniz " 

bazı danslar bazı yaşları bekler / Ece Temelkuran





Ayaklarıma bakma; tuzağa düşersin. Göğsümü izle! Kuracağım tuzağı ele verecektir. Tangoda ayaklar bir ayrıntıdır! Tuzakların dansıdır."

“Erkek kadına tuzaklar kurar. Kadın da o tuzaktan kurtulmaya çalışır. Tango budur!”

Eskiden ağzının üzerine siyah bir marti konmuş gibi duran bıyıkları olan, sonra herkesi endişelendiren maceralarını yaşamak için, martıları kesip çok uzaklara giden bir adam bir gece böyle demişti. Ardından da eklemişti:

"Ayaklarıma bakma; tuzağa düsersin. Göğsümü izle! Göğsüm kuracağım tuzağı ele verecektir. Tangoda ayaklar bir ayrıntıdır! Bu, tuzakların dansıdır."

Sonra bir gece bütün kadınlarla dans edip, her birini tuzaklara düşürüp... Bununla yetinmeyip Tom Waits çalarken bir adamla gitgide daha çok erkekleşerek, sanki sonu ölümle bitecekmiş gibi tango yapıp... Martıları alıp sonra, yine çok uzaklara gitmişti.

Tekinsiz danslar
Zaman geçti. Birbirlerini ayaklarına bakarak, etamin işler gibi tango yapanları gördüm. Tuzak kurmayı beceremeyen adamlar, kurulamayan tuzaklarla cebelleşen kadınlar gördüm. Evli çiftlerin ehlileştirilmiş tango dersleri için birbirlerini hırpaladığını, çoktan ele geçirilmiş, teslim olmuş kadınların, kurulmaktan çoktan vazgeçilmiş tuzaklara düşmemeye çalışıyormuş gibi yaptığını gördüm. Bu "pis" dansı, "temizlemeye" çalıştıklarını seyrettim. Bütün bu ehlileştirme çabalarına rağmen her tango dersinin tekinsiz hikayelerle son bulduğunu duydum hep. Tangonun "bir-ki üç" diye öğrenilse, "temizlense" bile tekinsiz bir şey olduğunu...

Tuzakların insanları
Oysa bazı danslar, bazı yaşları bekler. Birine, hiç yüzüne bakmadan bir şey diyebilmek için biraz ihtiyarlamalıdır insan. Tuzaklar oyununu sürdürme sabrı için biraz yaş almalıdır. Ayaklar, birbirine dolanmadan bir sabır oyununu devam ettirmek için kimi yollardan geçmış olmalıdır. Bu kadar efendice kederlenmek, bir keder dansı yapmak içın çalçene acılardan geçilmiş olmalıdır. Bir şeyi çok isteyip de yapmamayı bilmek gerekir tangonun "olması" için. Tango istemek ve istediğini belli etmemek dansıdır biraz. İstemek ve istediğine yaklaşmamakla ilgili. Denizcilerin Arjantin meyhanelerinde "kötü" kadınlarla beraber yarattıkları bu dansın asıl hikayesi, gidecek olanı istemektir. Tango kalıcı olanların değil, hep gidecek olanların dansıdır. Ele geçirilemeyenler arasında bir sessiz bir kavga... 
Beraber bir tuzağın koynuna düşmeyi çok isteyen ve bunu ilk kimin söyleyeceğini yoklayan bir kadınla bir adamın dansı... Çok korkan belli etmeyen iki kişinin birbirine meydan okuyuşu... "Sevdim de vermediler" ağlaşması değil, "Ben seni hiç sevmedim" yalanı. Kim önce dökülecek, kim önce teslim olacak sınanması...

Astor Piazzola çalıyor... Aklıma, giden denizcilerin tuzaklarına fena düşmüş, ama hiç düşmemiş gibi yapmış, iki memesinin arasından kan sızarken dönüp giden adama bir kere bile bakmamış kadınlar geliyor. Zor. Tango yapmak için biraz daha büyümek gerekiyor.


Ece Temelkuran - Milliyet 22.12.2002

patti smith


gelen, geçen, gelecek olan ... / Niobe

                                                     




 * Bir seçim daha bitti 

Seçim, kızılca kıyamet, tantana, gürültü, görüntü kirliliği ! ... nihayet bitti ! Neyse ki dün gece ruhumu teslim etmedim. Televizyona baktıkça sıtkım sıyrıldı.Behsat Ç' yi izleyememek de cabası. Tühh "Akbaba"yı da göremedim dün gece.O ruhsuz saatlerce süren istatiksel tablolar rüyama girip kabusum oldu. Allah'ım beni " istatiksel tablolarla, pasta'dan pay yapan grafiklerle sınama "





* Pazar görüntüleri 

Seçim'in bir daha "s" 'ni bile anmak istemiyorum. Anmak istemediğim duruma ek bir de öyle bir yağmur vardı ki, bir ara gök delindi filan zannettim. Delikten de elektrik kaçağı yapıyordu.Dolu, sağanak, şimşek ve yağmur arasında tv'de gördüğüm en güzel şey Gülşen'in " Şeffaf Oda" programında ki canlı performansıydı. Sanatçılar şarkı icra ederken yanında ki kişiye ara sıra niye mikrofunu uzatırlar anlamam.Şarkıyı işin ehlinden dinlerken alakasız ses çıkışları kimi memnun ediyor, kimi ağırlıyor düşündüm düşündüm çıkamadım işin içinden.

Haziran 08, 2011

enya


iyi müzik huzur veriyor/
ve ruha ..ve yorgunluğa ve ağaçlara

Haziran 06, 2011

duffy



Soul şarkıcısı Aimee Anne Duffy, 15 yaşından itibaren yerel klüplerde şarkı söylemeye başladıktan sonra İsviçreli bir gruba dahil olarak profesyonelliğe ilk adımı attı. Bu projenin başarısız olması nedeniyle ülkesine geri dönen şarkıcı, pop star yarışmalarının bir benzeri olan “Wawffactor”a katıldı. Yarışmadan birinci çıkması beklenirken, Lisa Pedrig’in arkasında kalarak ikinci oldu.
Duffy, üniversite yıllarında da bir yandan garsonluk yaparken diğer yandan jazz ve blues klüplerinde sahne almaya devam etti. 2004 senesinde 3 şarkılık bir cd kaydetti. Aynı zamanda Manchester’lı Mint Royale’in “See You in the Morning” albümünde yer alan iki şarkıda gruba eşlik etti. Catatonia grubundan Owen Powell ve 60ft Dolls üyesi Richard Parfitt’in aracılığıyla menajer Jeanette Lee ile tanışan Duffy, Londra’ya taşındı ve orada Suede’in eski gitaristi Bernard Butler ile birlikte solo albümü üzerinde çalışmaya başladı.
2007’de A&M Records ile anlaşan müzisyen, ilk önemli performans sınavını BBC2’nin ünlü programı Later with Jools Holland’da verdi. Sanatçı, ilk single’ı “Rockferry”yi Aralık 2007’de hayranlarına ulaştırdı. 22 Şubat’ta Jools Holland’ın programına 3. kez çıkan Duffy, programda «Rockferry», «Mercy» ve «Stepping Stone» parçalarını seslendirdi. 17 Şubat 2008’de piyasaya sürülen “Mercy” single’ı ülkesinde 1 numaraya kadar yükseldi. Bu sayede Duffy, son 25 senedir popüler listelerde 1 numaraya çıkmış ilk Galler sanatçısı ünvanını elde etti.

Haziran 03, 2011

hayat masal olsa .... / Niobe



Hayat masallar gibi olsa diyorum. Ama kastım masallarda ki gibi mutlu mesut, bahtiyar o kuş kadar hafif haller, sonu tatlılıkla bağlanan " onlar ermiş muradınaaaaa .... " diyerek özünde iyilerin kazandığı içerik değil. Ben komple masal karakterlerinin, masalı oluşturan dekorların bu hayata kanalize olmasından bahsediyorum. Nasıl mı ?


Mesela evde sebze meyve bitmiş ve manava gitmek zorunda kalmışım. Aaaa bir bakıyorum ki manavım " pamuk prenses ". O pamuk pamuk halleriyle ve kocaman gülümsemesiyle alıyor siparişimi .. ayrılmadan önce sepetini gösterip " size bir elma ikram edeyim ! " diyor ve ben onun iyi haline sonsuz güvenle hormonlu mu hormonsuz mu, GDO 'lu mu değil mi diye hiç düşünmeden elmayı gönül rahatlığı ile yiyorum. Köşeyi dönüyorum ve Hansel'le Grateli görüyorum. Ceplerinde ki kırıntıları yere atarken onları yakalayıp " bakın evladım bu tavrınızdan vazgeçin , her seferinde o kırıntıları atıyorsunuz karınca, kuş, börtü böcek artık ne varsa geride onlar kırıntıları yiyorlar evinize dönemiyorsunuz çocuğum " diyorum, onları kurtarıyorum. Birlikte mahallenin çocuklarını da toplayıp şu çikolata, şeker evi buluyoruz ve hep beraber yiyip bitiriyoruz. Ohhh ne güzel çikolataya,bisküviye de doydu çocuklar .. hani alamayanlar var ya !


Yolda kırmızı başlıklı kıza rastlıyorum. Kurtla konuşuyor.Tam kurda annanesinin evini tarif edeceği sırada araya giriyorum ve çoook sevdiğim kadın programlarından birinin yapıldığı stüdyoyu tarif ediyorum....  Artık kime denk gelirse, ben bilmem


Televizyonu açıyorum günlük yaşamımı felç eden, sabah neşemi katleden, akşam huzurumu kaçıran şahısların her biri " yedi cüceler " olmuş. Tek söylebildikleri " baltalar elimizde uzun ip belimizde " .. sadece bu / aha bundan büyük mutluluk mu olur diyorum, tartışma yok, kavga yok, beyin haşlama yok ..


Reklamlarda çizmeli kediyi görüyorum sonra  ve şöyle diyor " trafik sorununu dert etmeyin artık, nereye park edeceğim, sıkıştım işime geç kaldım endişeniz yersiz .. işte size son model uçan atlar "
Trafik gürültüsü yok, egzos dumanı yok, çevre kirliliği ... küresel ısınmada ne ? Mutlulukla atıyorum kendimi ormana, çam kokuları içinde yaşayıp gidiyorum.


Nasıl eğlenceli olmaz mıydı ?


Bir gün kesilen ağaçları düşünmeden, ölen insanlar için üzülmeden, balık yerken " hangisi yavruydu acaba " azabı çekmeden, haberleri " izlesem mi izlemesem mi " ikilemine düşmeden, asık suratlı esnafı, kornoya yüklenen sürücüyü, meraklı komşumu eski haliyle görmeden  bir gün geçirsem fena mı olur yani ..  Yok olmaz değil mi ? İlla beynime beynime vuracaksınız, illa gözüme gözüme sokacaksınız çirkinlikleri


İyi ki çocuklar var dünyada ve iyi ki babaannem hala hayatta .Çocuklar kirlenmeden kalmış en güzel hediyeler insanlar için. Yaşlılarsa, yaşlandıkça ağır metallerden, hayatın kirlerinden arınıyorlar sanıyorum. Onlara baktıkça insanın içi açılıyor , bir yumuşama hali geliyor nedense...  Son teknolojik gelişimin zaman zaman açtığı  tv olduğuna karar veren, iletişimi çevirmeli telefonda sağlarken bile oldukça tedirgin ve üç cümleden  fazlasını kullanmayan babaannem,  garanti masallardan kalma perim benim.




Babaannecim! masal perim benim,  sakın bir yere gitme henüz ..
Üç dilek hakkım var " şunları, bunları, onları "  kurbağaya çevirir misin lütfen ......






Niobe

Haziran 02, 2011

Ne kadar aşk , o kadar Attila İlhan


Dün, tam öğle üstüydü, Yenikapı feribot gişelerinde iki genç kadın konuşuyordu. Kadınların saçlarından vapurlar geçip gidiyor, kadınlar kendi saçlarına takılıp hep gişede kalıyordu. Biri diğerine dönüyordu aniden, bir cümleyi tam ortasından kuruyordu:

"Okumadıysan 'Ben sana mecburum'u oku."

Sonra genç kadın, firketeden kurtulan saçlarını topluyordu hamarat bir hızla, biletleri kesiyordu. Dün bir bilet gişesinde, düğünleri için çeyiz biriktiren iki kız, geçip giden bir gün gibi, Attilâ İlhan'ı anıyordu.

Dün, sabahın körüydü, gazetelerin içine sarılmış taze ekmekler kurşunlu bir buharla bekliyorlardı gidecekleri evleri. Bakkal, âdeti değildir pek, gazetelere bakıyordu. Telefon çalıyor, Mualla Hanım yine en bet sesiyle muhtemelen, bir kutu yumurta istiyor, "Bak, tazeyse ver ama" diyordu. Bakkal, şaşılası şey, sinirlenmiyordu. Zira gazete balyalarının ilk sayfalarda Attilâ İlhan'ın yüzünü görüyor, "Ölmüş yahu!" diyordu. Sesi, aniden bir haksızlık olmuş gibi çıkıyordu.

Sorulmuş gibi sanki devam ediyordu:

"Gençken tabii okuyorduk. Sevgililer, manitalar filan. Sonra tabii..."

Bir şair ölüyor, bir günde bütün aşklar eskide kalıyordu. Belki her ikisi de bir bakkalın kalbini aynı yerinden acıtıyordu. Bir bakkalın artık bir daha hiç âşık olmayacak bir bakkal olarak kalakalışı şairin ölümüyle kesinleşiyordu.

Şairin kimliği?

Dün gazetelerde edebiyatçılardan alınmış görüşler, "şairin siyasetçi olarak kimliği" yazıları çıkarken, televizyonlarda birileri "Aşk şairi miydi, değil miydi?" diye karar veremezken, sokaklarda insanlar, ama hepsi tek tek, bir şairin ölümünü, çok eskiden âşık oldukları insanların suretleriyle birlikte anıyordu. Bir ölümün kenarına bu kadar eski aşk iliştirilmiş midir acaba? Ne kıymetli bir ölümdür ki o, hep aşkla anılacaktır bundan böyle.

"Postacı" filmini izlemiş miydiniz acaba? Şair Pablo Neruda'yı anlatıyordu. Sonra, Neruda'ya mektuplarını getiren bisikletli postacı, kasabanın en güzel kızına âşık oluyor ve tutamayıp kendini, Neruda'nın şiirlerinden birini çalıp... Kıza kendi şiirim diye okuyup... Neruda bunu duyunca ne diyordu peki?

"Şiir, ihtiyacı olanındır!"

Bu ülkenin de işte, konuşmayı pek beceremeyen bu kavruk çocukların, cümlelere ihtiyacı vardı. İşçi kızların "ben sana mecburum, bilemezsin" demeye ihtiyacı vardı; bir gün bakkal olacağını bilmeyen genç adamların "sevmek kimi zaman rezilce korkuludur/ insan bir akşamüstü yorulur" diyebilmeye... Hakir görme!

Ortaokuldan terk ev kızlarının da mektup yazacakları bir aşkları vardır. İnşaat işçilerinin, banka memurelerinin, dönercideki komilerin de kalbi çıt diye kırılıyor orta yerinden. Hepsi birden Sisler Bulvarı'nda buluşur. Sevdiklerinin adları "mıh gibi" akıllarında, omuzları akşam gibi çökmüştür.

Gizli öpüşmelerde

Şairler, halklarının ümitsizce aradığı sözcükleri bulanlardır. Kim nasıl hatırlarsa hatırlasın, ama bu ülkenin sokaklarındaki insanlar, hiç şiir okumaz dedikleriniz bile, Attilâ İlhan'ı o en amansız aşklarına sözcükler bulan adam olarak hatırlayacaktır. Sevgililere bırakılan işaretli mendiller gibi temiz ve kıymetli bu şiirleri, bir daha görülmeyecek sevgililerin fotoğrafını saklar gibi iç cebinde saklayacaktır. Sonradan bakkal olsa da, bir gişe kabininde tıkılıp kalsa da, çoluk çocuk sahibi mazbut bir kadına dönüşse veya araba taksiti ödeyen bir noter memuru olsa da, vaktiyle yaptığı bir aşk deliliğini, insan olduğunun ispatı olan o günleri hatırlarken muhakkak bu hatıralara bir Attilâ İlhan dizesi iliştirecektir.

Bir halkın kalbinin en mahremine ismini yazmış olmaktan daha kıymetlisi var mıdır?

Bir komi çocuğun, arka cebinden çıkardığı tarakla saçlarını tarayıp köşe başında âşık olduğu kızı beklerken içinden ezberlediği ve tek kozu olan bir aşk şiirinin sahibi olmaktan daha güzeli var mıdır?
Bu ülkede, bu dilde, biri birine âşık olduğu her gün Attilâ İlhan, o hop eden içlerle, boşalıveren dizlerle, telefon başında beklenen gecelerde, doluveren gözler ve o en gizli öpüşmelerde... Aşkla birlikte yaşayacaktır!


Ece Temelkuran / 14 Ekim 2005

Attila İlhan / Pia

Pia

ne olur kim olduğunu bilsem pia'nın
ellerini bir tutsam ölsem
böyle uzak uzak s...eslenmese
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
otelleri bomboş bulmasam
içlenip buzlu bir kadeh gibi
buğulanıp buğulanıp durmasam
ne olur sabaha karşı rıhtımda
çocuklar pia'yı görseler
bana haber salsalar bilsem
içimi büsbütün yıldız basar
bir hançer gibi çıkıp giderdim

ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
singapur yolunda demeseler
bana bunu yapmasalar yorgunum
üstelik parasızım pasaportsuzum
ne olur sabaha karşı rıhtımda
seslendiğini duysam pia'nın
sırtında yoksul bir yağmurluk
çocuk gözleri büyük büyük
üşümüş ürpermiş soluk
ellerini tutabilsem pia'nın
ölsem eksiksiz ölürdüm



Attila İlhan


Haziran 01, 2011

ayten alpman

ayten alpman

Ayten Alpman

20 Kasım 1930 Istanbul - Yeşilköy doğumludur. Müzikle tanışması ilk defa Nişantaşı Kız Lisesi'nde öğrenci iken İlham Gencer sayesinde olur. İlk olarak Ingilizce şarkılar söyler. Daha sonra ailesi onu Erenköy Kız Lisesi'ne gönderir ve lise eğitimini orada tamamlar. Liseden sonra İlham Gencer'in solistlik teklifi ile Istanbul Radyosu'nda programa başlar. Radyoda ilk söylediği parça "You Are Always In My Heart" olur.

Sahneye ilk defa Taksim Belediye Gazinosu'nda Tıp Balosu'nda çıkar ve sahnede ilk defa söylediği parça yine "You Are Always In My Heart" olur. Daha sonra Arif Mardin ile tanışır, onun teşviği ile caz şarkıları söylemeye başlar ve ilk caz şarkıları ondan öğrenir.
1952 yılında Yeşilköy Deniz Park Oteli'nde ilk profesyonel sahne çalışmasına başlar. 3 ay çalıştıktan sonra Kervansaray Gece Kulübü tazminatını ödeyerek transfer eder. 1953 yılında İlham Gencer ile evlenir. Eşinin Çatı Gece Kulübünü kurmasıyla birlikte Çatı'da sahne almaya başlar.
1959 yılında ilk plağı olan "Sayanora / Passion Flower" taş plak olarak yayınlanır. 1960 yılında İlham Gencer'den ayrılır. Bir süre sonra İsmet Sıral Orkestrası ile çalışmaya başlar ve 1963 yılında çalışmak için İsveç'e giderler. İki sene boyunca İsmet Sıral'la, bir sene de bir caz orkestrası ile sahne çalışması ve yapar ve daha sonra türkiye'ye geri döner. Dönüşünde Türkiye'de caz şarkıları değil de Türkçe sözlü aranjmanlarm odası başladığı için bir süre başarılı sahne çalışmaları yapamaz çünkü ısrarla caz söylemeye devam etmek ister.
 
Fecri Ebcioğlu'nun ısrarlarıyla Türkçe söylemeye başlar ve ilk çalışması "İnan Bana / Ayrıldık Yalnızım" 45lik plak olarak yayınlanır ancak ilk yaptığı 45lik çalışmalar pek ilgi görmez. Sezen Cumhur Önal ile birkaç 45lik çalışması yapar. 1968 yılında Ümit Aksu ile evlenir. Fecri Ebcioğlu ile birlikte plak yaptıkları "Sensiz Olamam" ile ilk büyük çıkışını yapar. 1972 yılında yaptığı ve sözlerini Fikret Şeneş'in yazdığı "Bir Başkadır Benim Memleketim" plağı pek ilgi görmez. 1974 yılında Kıbrıs çıkartması ile TRT'de "Memleketim" çok sık çalınmaya başlayınca şarkı tekrar 45lik plak olarak piyasaya sürülür ve büyük satış rakamlarına ulaşır. Mireille Mathieu'nun Fransızca seslendirdiği bu şarkı Fikret Şeneş'in Türkçe sözleriyle adeta Ayten Alpmanla özdeşleşir ve bir milli marş halini alır.


2 adet LP çalışması yapan Alpman, son profesyonel sahne çalışmasını 1990 yılında Yeniköy Bilsak Kulübü'nde yapar. 1995 yılında ses tellerinde oluşan nodüllerden ameliyat olur. 1999 yılında en sevilen şarkılarından oluşan bir albümü Ada müzik tarafından yayınlanır. Sahne çalışmalarına profesyonel anlamda devam etmemekte olup sadece dönem dönem caz konserleri vermektedir.


  • İstersen
  • Memlaketim
  • Sensiz Olmam
  • Tek Başına
  • Yanımda Olsa  

Nostalji / Niobe



Romantizm, nostalji ....  ahh ! eski aşklar denildiğinde çoğumuzun aklına yeşilçamdan sahneler,  Kadir İnanır / Türkan Şoray ikilisi gelir. Benimse aklıma taş plaklar, saçları rengarenk bantlı kısa küt kesimli güzel kızlar, kibar beyefendiler, üstü açık havadar dönem arabaları, İstanbul'un güzel adalarından görüntüler gelir. Oysa bir döneme fazlaca yayılmış olan filmlerin havası, işleniş tarzı, gerçekle bağdaşmayan ütopik uçuk diyologlar, sevgisini şiddetle gösteren erkek figürleri, bundan fazlaca hoşlanan kadın tiplemeleri " vurduğu yerde gül açar " tavırlarıyla yarı mutlu yarı ağlamaklı, bol rimelli, bol na'yır- no'lomazlı replikler bu filmlere karşı ben de tepki doğurmuştur izleyemem.. izlemem


Gerçek yaşamın " o dönemde " bile olsa böyle olmadığını düşünüyorum. Neden ısrarla bu kılıfa oturtturulmaya çalışıldığını da anlamış değilim. Ve sanırım tepkimin sebebi de başrol kadın oyuncusuna oldukça saf , hayattan anlamayan, kırsal kesimden çıkmış, sürekli ezilen ..ezilen, ezildikçe saflaşan, saflaştıkça yücelen bir paye verilmiş olmasından kaynaklanıyor. Halbuki " kadın " yaşamının her döneminde gösterse de göstermese de oldukça güçlüdür. İnanmıyorsanız annelerinizin, ananelerinizin hayatlarını gözünüzün önüne getirin bir kere .. Hangi şartlarda hangi zorluklara göğüs gerdiklerine. Öyle bir elinde mendil bir tarafında uçuşan duygularla " seviyor musun .. yalannn ! " diyerek gözlerini süzüp ev geçindirdiklerini hiç sanmıyorum.


Bu, erkekler " zeki kadın severler ama, birlikteliklerinde güçlü kadına tahammül edemezler " sözlerine de aldanmayın sakın. Gerçekten kendine güvenen, egosunu kırabilmiş erkek çok güzel bir şekilde zeki kadını taşır, mutluluk da duyar bilgisinden, görgüsünden ...  " ben " olgusunu yenmiş erkek nerede diye sormayın .. onu bulmak da size düşüyor.


Issız adam filminden sonra yeniden yükselen  " Ayten Aplman, Semiramis Pekkan ve Hümeyra " gibi sanatçılar yaşatıyor benim hayalimdeki romantik ve nostaljik olguyu. Hümeyra sonra ki yıllarda da müzik hayatına devam etmiş, benim sevdiklerim arasında yeri özel seslerdendir.Bu gün bloğumda Ayten Alpman'dan bahsetmek istiyorum. Önce biyografisinden sonra şarkılarından ..bu harika sesin bu blogdan mahrum kalmasını istemiyorum.






Sevgiyle kalın / Niobe

Ermişin Bahçesi / Halil Cibran



Ve konuştu ve dedi ki ; " Sen kendini hepimizden çektin diye biz senin yüzünün ışığında yaşamaz mıydık ? Göresin ki bu uzun yıllar boyunca bizler seni hep sevdik va sağ salim dönüşünü özlemle bekledik.Ve şimdi halk senin için ve seninle konuşmak için ağlaşıyor ; ve ben onlar adına,onlara görünmen, bilgeliğinden anlatman ve kaplerin kırıklarını yapıştırman ve aptallağımızı eğitmen için sana gönderilmiş ulağım "

Ve ona bakarak dedi ki ; " Bütün insanlara bilge demedikçe bana da bilge deme. Genç bir meyvayım ben, hala dalına sarılan, ve bir çiçek oluşum daha dündü."

Ve aranızdan hiç kimseye aptal deme,çünkü gerçekte bizler ne akıllıyız ne de aptal. Bizler yaşam ağacının üzerinde yeşil yapraklarız ve yaşamın kendisi bilgeliğin ve şüphesiz aptallığın ötesindedir."

Ve ben gerçekten sizden kendimi çektim mi ? Bilmiyor musun ki ruhun hayallerle aşamayacağı uzaklık yoktur ? Ve kişi ne zaman o uzaklığı aşacak olsa, o ruhun içinde bir ahenk gelir.

" Seninle en yakın kimsesiz komşun arasında ki uzaklık, gerçekte seninle yedi kıta yedi deniz ötelerde yaşayan sevdiğinle aranızdakinden daha büyüktür "

Anımsamalarda uzaklık yoktur ; ve yalnızca unut(ul)mada bir büyük girdap vardır ki ne sesin ne de gözün aşamaz.