Nisan 18, 2013

ece temelkuran




Taze zeytinyağı kokusu, fırından gelmiş ekmek ılığı ve boğuk ateş sesi... Şimdi bir dağda, dünyanın en güzel yerinde, dünyanın en berbat meselesi üzerine bir kitap yazmaya çalışırken, aklım oralara gidiyor. Boğuldukça aklım kaçıveriyor. Aklım, yıllar önce, bir Ege kasabasının, sofalı mutfağındaki insan kokulu o divana, divanın karşısında durmadan yanan o kuzineye gidiyor.
Patlıcan kızartması sesi, orman gibi kokan odun tozu, rüzgârda güllerin birbirine değme gürültüsü.

Düşünüyorum da şimdi; Tanrı'nın en büyük hatası çocuklara vermesidir çocukluğu...
---

Hepimizin bir anı var muhakkak. Çocuk olduğumuzu, bu zamanın geçiciliğini bilmediğimiz, henüz zamanı bilmediğimiz zamanlardan kalma bir an.

O zamanlar sonradan hatırlayacağımızı hiç bilmeden, içinden geçip gittiğimiz bir an. Sonradan, dünya ve insanlık hikâyeleri çamurlu bir sümük gibi üzerimize yapıştığında, silkmeye çalıştığımız her an yüzümüze gözümüze bulaştırdığımızda, aklımızın içinde iki cam tabaka birbirine çarpa çarpa kırılır gibi canımız acıdığında hatırlayıp dinleneceğimizi, hatırlayarak bir mola alacağımızı hiç bilmediğimiz anlar.

Gözümüzün önünde bir çocuk büyüse şimdi, biz onu izlerken bilebilir miyiz acaba o anın onun için hangi an olabileceğini? Artık kuzineler kalmadığına göre ne biriktiriyor çocuklar geleceğe?

Akıl, bazen öyle çaresiz kalıyor ki, belleği çağırıyor yardıma herhalde. "Bana bir yer bul" diyor, "Biraz dinleneyim".

İşte o zaman o an, hatırladığımızı hiç bilmediğimiz o zaman aralığı çıkıp geliyor çok eskilerden. Sonsuz huzur, sonsuz kaygısızlık, sonsuz güvenlikle dolu bir zaman ve uzay parçacığı.
Benim parçacığım kuzineyle ilgili. Ya sizinki neyle?



Kimsenin çocukluğu çok iyi geçmiş olamaz. Çocukluk denen şey iyi geçemez çünkü.
Kim ki çıkıp karşıma "Çok şahane bir çocukluk geçirdim" desin, on beş dakika verin bana, ispatlarım size yaralarla dolu bir çocukluğu olduğunu.

Hiçbirimiz yeterince sevilmedik çünkü. Çünkü yeterince sevilmek diye bir şey yoktur. İnsanlık daha çözemedi bu sorununu, kimse henüz sevginin ne kadarının yeteceğini bulamadı.

Ne ki hepimiz olduk işte, geçti gitti. Artık bize gereken "süper geçmiş çocukluk yılları" değil zaten. Sadece o bir an gerekli bize dünyaya dayanabilmek için, insanlığın hikâyelerine.
O bir anınız varsa işte yırttınız demektir. Aklınızın içinde, bazen birbirine çarparak etinizi kese kese kırılan cam tabakalara, o çarpışmaya ara verebilirsiniz, aklınıza kaçacak bir yer bulabilirsiniz demektir.
---

Bir kuzine olsa şimdi. Dışarıda yağmur yağsa. Dedem bana sarı saat alsa. Beyaz tabaktaki zeytinyağına düşse güneş perde sallandıkça. Divanda yattığım yer ısınsa ısınsa. Uyanıkken gördüğüm rüyayı, rüya olduğunu bilmeden takip ede ede uykuya dalsam.

Ölümle ve açlıkla ilgili bildiğim şeylerin hiçbirini bilmesem. Patlıcan kokmaya başlayınca uyansam. Kuzinenin kapağı açılsa, peynirli börek çıksa içinden.

Sevdiğim herkes gelse, hepsi sığsa bir divana. Ekmeğin az kızarmış yanağını kolumun beyaz içine benzetsem. Bunu kimseye söylemesem o zaman, yıllar sonra bir yerde yazacağımı bilmesem.

Dışarıdaki zeytin küfelerinden bir koku gelse, küplerdeki zeytinyağı titrese birileri yürüdükçe. Böyle küçük şeylere baksam hep, bir şeyleri bir şeylere benzetsem. Bu benzetmelerin sonra insanı yazar edeceğini, yazarlığın insanlığın pis meseleleriyle ilgilenmek mecburiyeti olduğunu bilmesem. Yine keşke kuzineden başka bir şey... Bilmesem.



Ece Temelkuran / Milliyet

foto : tumblr.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder